MİLLİYET

7 Temmuz 2010 Çarşamba

İKTİDARIN BDP (DTP) DEN BEKLENTİSİ

Ülkemizin terörle yoğun olarak boğuştuğu şu günlerde iktidar bir sonuç alabilmek adına çırpınıyor görüntüsü veriyor. Ama bal yapmayan arı gibiler.CHP ve MHP den aslında fiilen hiç bir beklentileri yok. İktidarın asıl beklentisi PKK' nın meclisteki uzantısı BDP' den.

Unutkan milletiz ama hafızamızı zorlayalım. AKP iktidarından önceki iktidarların dönemine gidelim. Özel bir günden bahsetmeyeceğim. Herhangi bir ayın, herhangi haftasının herhangi bir CUMA gününü hatırlayın. Her Cuma namazından sonra mutlaka bir baş örtüsü - türban soytarılığı olurdu. Bu arkadaşlar 8 yıldır iktidarda. Yani neredeyse 50 tane cuma namazı görmüş memleket. Hiç namaz sonrası eylem hatırlıyor musnuz AKP döneminde ? Boşa düşünmeyin, hatırlayamacaksınız, olmadı çünkü. Ortalığı başka iktidarlar döneminde ayağa kaldıran arkadaşlar, cemaatlerine HOOOPPP dedi. (Türban yasağını da kaldıracak çoğunlukları var ama gerek duymuyorlar. Her seçimde garanti malzeme çünkü.)

AKP diyor ki; yahu PKK' nın sayın meclisteki temsilcileri: Biz AKP olarak size televizyon verdik, dil eğitimi serbestisi tanıdık, dağdan gelen militanlarınıza kucak açtık (sonra içeri aldık çoğunu, ama o kadar olur) daha neler yapacaz ama kuklası olduğunuz adamlar izin vermiyor. Şu işe bir el atın da akan kanı durduralım. Görmüyor musunuz, En yumuşak yüzlülerimiz, Cemil Çiçek, Bülent arıç TV kanallarını süslüyorlar. Onların yumuşak yüzlerinin yüzü, suyu hürmetine diyorlar.

Recep  in kıvranması bu yüzden, gaz sancısı değil !

14 Haziran 2010 Pazartesi

Bir Garip Türk Dış Politikası, Bir garip eksen kandırmacası.

Bir sivil toplum örgütü Filistin'e uygulanan ambargoyu delmeye kalktı. Ve bu iktidarın, hükumetin bilgisi dahilinde gerçekleti.

Ne oldu ? 9 insan öldü.
Ambargo delindi mi ? Hayır.
Türkiye olarak BM nezdinde bir kınama kararı çıkartabildik mi ? Hayır.
Arap ülkeleri, müslüman ülkeler olarak bir ortak kınama kararı çıkartabildik mi ? Hayır.

Peki ne başardık ?

Tüm dünyada terörist muamelesi gören İran'ın bizden yana tavır koynası ile uluslararası arenada güç kazandık(?)
Tüm dünyada terörist muamelesi gören Hamas' ın sempatisini kazandık.

Filistin'de 300 - 500, İsrail'de (yakılmak içinde olsa) 5 Türk bayrağı satarak ticari başarı elde ettik.

Bizim Başbakan biz arapın eliyiz, gözüyüz gibi ilginç laflar etti. Artık bize ham petrolün varilini % 20 ucuz verirler.

Kendi ülkesindeki vatandaşını teröristten koruyamayı beceremeyen Başbakan Erdoğan, Filistin' deki insanları İsrail' in teröründen korumaya soyundu. Asıl şimdi Allah Filistin' in yardımcısı olsun !

İsrail Filistin'e kuşatma uygularken sonuna kadar haklı. Adamlar son 6 ayda teröre kaç kurban verdi ?
Biz kaç kurban verdik ?
Biz açılım yaparken saçılmaktan toparlanamadık. İsrail sınırlarını güvenlik altında tuttu, kendi halkına tehdit oluşturabilecek her hedefi de büyük bir kararlılıkla vurdu. Tabi ki insanların ölmesi çok kötü, çok üzücü. Ama ille de biri ölecekse benim insanım ölmesin.

Bu örnek çok konuşuldu ama hatırlatmakta yarar var. Güney Kıbrıstan kalkan gemi İskenderun limanına izinsiz yanaşmaya kalkıp, sözde kürdistana yardım getirmeye kalksaydı kaçınızın içi geminin yanaşmasına razı olurdu ?

Bence şanslıyız ki; İsrail o gemiyi batırmadı.

Ama Başbakan' a göre eksen kaymadı. Türkiye AB hedefinden (ki bence çok yanlış bir hedef) sapmadı. Ya ne oldu ? İran'ın nükleer enerji kullanma hakkına destek olduk, Filistin' de İsrail teröründen perişan olmuş müslümanlara destek olduk. Hem de kendi vatandaşımızı terörden korumayı başaramamışken.

Ekseni kaymamış Başbakan Özbekistan' da kan gövdeyi götürüyorken uzaktan seyretti. Adamlar yardım istedi de oradaki türk vatandaşları için lütfedip 2 uçak yolladı. Ama boşver Özbekistandaki müslüman sayısı kaç, Filistin'deki kaç ?

Unutmayalım;


Savaşta ilk kaybedilen masumiyettir !

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Krizi Yönetmek !

Şu günlerde tüm haberler Deniz Baykal' ın yasak ilişkisi ile ilgili. Gerçek veya değil, bu hiç de önemli değil. Normal (!) bir insan olarak buna sevinmek mümkün değil. Ama bunu bir fırsat olarak görebilmek mümkün. Her Türk siyaetçisi gibi çekilmek hakkında bir fikri olmayan Baykal bunu değerlendirmeli. Bu hem CHP için hem kendisi için fayda sağlayabilir. Türk insanı mazlumu çok sever. AKP' nin en çok kullandığı silah buydu. Bu sebepten dolayı hele ki, kaset sahteyse buna en çok R.T. Erdoğan üzülecektir.

Bu sefer aynı çarklar CHP için çalışabilir. Ama Baykal yetenekiz lider. Ve hatta ne yazık ki lider değil.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

128 YIL KUPA KAZANAMAMAK

Her ne kadar başkaları bunları alay konusu ederek dalga geçiyorsa, gerçek tarafına da bakmak lazım.
Bu FB li futbolcular üzerinde ciddi bir baskı unsuru oluşturuyor olmalı. Kimse bunu konuşmuyor ama basın bunu namus meselesi gibi lanse ediyor. Her ne kadar Hıncal Uluç Fenerbahçeli medyaya methiyeler de düzse aslında hep bir aşağılama tuzağına girişilir Basın bunun inceden hazırlıklarını yapar. Ve bu zaman zaman başarılı da olur. G.S. yıllar yılı Kadıköy' e turist olarak gelirken sadece oyuncular üzerindeki değil, yönetim, taraftar ve hatta camia üzerindeki müthiş baskı anlatılır. Ama FB baskı altında değildir. FB namus maçına çıkacaktır.

Kupayı alamayınca futbol hayatı 3. ligden başlayacakmış gibi bir hava yaratılır. Spor basınınnın güvenilir bir yanı kalmamıştır ülkemizde. 3-5 aklı başında yazar var o kadar. Hele TV lerdeki yorum programları felaket. Reyting için yapmadıkları soytarılık kalmadı bazılarının.

Fenerbahçe'ye tek üstünlüğü bu kupa olan sevgili dostlarımızın komik şakalarına da mahzar oluruz arada. Bazı büyük sandığımız küçük kulüpler başkalarının başarısı ile teselli teselli bulurlar. Bu onların ne kadar büyük olamayacaklarının en kesin göstergesidir.

2000'li yılların başından beri kahve köşelerinde, sokakta, orda burda rakip taraftarlar konuşur "Aziz YILDIRIM basar parayı satın alır maçı" 2010 yılı oldu. FB hakem hataları ile en az 3 final kaybetti. Ama kuş beyinlilerin maçı satın aldılar iftirası bitmedi.

Sonuç; Trabzonspor daha iyi oynadı kazandı. Bu hep daha iyi oynayıp hep kazanacaklar demek değildir. Kuş beyinli felaket senaristlerinin yeni planı muhtemelen "anlaştılar, kupa Trabzonun, lig Fener'in olacaktır."

Trabzona tebrikler.
@kdamar

18 Mart 2010 Perşembe

Jordan'dan bir ilk daha

NBA efsanelerinden Michael Jordan, kariyerinde bir çok başarıya imza atarak "gelmiş geçmiş en iyi basketbolcu" olarak anılmasından sonra bir ilke daha imza attı. Kısa süre önce Charlotte Bobcats'in sahibi olmak için başvuru yapan ve takımla anlaşma sağlayan Jordan'ın bu talebi Bobcats'in Thunder'ı 100-92 yendiği maçtan bir kaç saat önce onaylandı ve Jordan, NBA'de bir takımın büyük çoğunluğunun sahibi olan ilk eski basketbolcu oldu. Jordan, Chicago Bulls ile 90'larda 6 NBA şampiyonluğu yaşamış ve 5 kez En Değerli Oyuncu (MVP) seçilmişti. Jordan'ın Tiger Woods'dan sonra kariyeri boyunca ve sonrasında spordan en çok para kazanan isim olduğuna inanılıyor.

47 yaşındaki Jordan'ın Bobcats'in çoğunluğunu almak için 275 milyon dolarlık bir ödeme yaptığı ifade edildi. Jordan, 2006'dan beri de Bobcats'in küçük ortaklarından biriydi.

Michael Jordan, kariyeri boyunca en büyük hedeflerinden birinin NBA'de bir takım sahibi olmak olduğunu söylerken "Evim olan North Carolina'da kazanan bir takım yaratmak için çok önemli bir adım attım. NBA'de takım sahibi olmak en büyük hedeflerimden biriydi. Bu şans bana tanındığı için çok mutluyum. Bu takımın Charlotte'un gurur duyacağı bir organizasyon olması için çalışacağım" dedi.

Bobcats, bu sezon sergilediği performansla NBA katıldığı günden beri en iyi sezonunu geçiriyor. Bobcats'in eski sahibi olan Bob Johnson, Şubat sonunda takımı Jordan'a satmak için anlaştılarını duyurmuştu. Johnson da NBA yönetim kurulunun Jordan'ın takım sahibi olmasını onaylamasından sonra yaptığı açıklamada, "Jordan'ın Bobcats ile başarılı olacağına inanıyorum. Onun liderliği organizasyonu yukarılara taşıyacaktır" dedi.

Jordan, ilk 6 yılında 150 milyon dolar para kaybettiğine inanılan Bobcats'in çoğunluğuna sahip olabilmek için Houston Rockets'ın eski yöneticisi George Postolos ile yarışmıştı.

"Tüm zamanların en iyi basketbolcusu" olarak görülen Jordan'ın NBA şampiyonlukları, rekorları ve MVP ödülleri dışında iki de Olimpiyat altın madalyası bulunuyor. Jordan, 1985'de girdiği NBA'de ilk senesinde de "Yılın Çaylağı" ödülünü kazanmıştı. 14 kez All-Star olmuş olan Jordan, iki kez emeklilikten geri dönmüş ve ilkinde Bulls ile devam ederken aktif basketbol kariyerinin son döneminde Washington Wizards forması giymişti. Jordan, son olarak 2003'te NBA'e ve aktif basketbola veda etmişti.

2006'da Bobcats'in ufak ortaklarından olan Jordan, takımda basketbol operasyonlarından sorumluydu.

12 Mart 2010 Cuma

SÜPER GÜÇ (BBC Türkçe Servisi Araştırma Dosyası)

 İnternet dostlukları dünyayı değiştiriyor mu?
 Youtube, Facebook, Myspace, Twitter, Bebo, FriendFeed… Dünyanın dört bir yanına hızla yayılan, insanları sanal alemde kenetleyen internet siteleri, yaşadığımız dünyayı daha köklü bir değişime de yönlendiriyor mu? Her şey göründüğü kadar masum mu; yoksa hayatımızı başkalarına açarken, tekin olmayan sulara mı açılıyoruz?

Dijital Dünyanın Devleri: Steve Balmer

Bana kalırsa yazılım dünyası, internet ve teknoloji, önümüzdeki on yıl içerisinde gerçekten olağanüstü, rüya gibi olacak. Bence insanlar, bazı şeylerin gerçekten farkına varacaklar: Bunlardan birincisi, birbirimizle, enformasyon ve teknoloji yoluyla etkileşime geçmeye başlayacağız. Konuşmak, sesler, bunlar, çok daha doğal olacak.

Steve Balmer
Bence en önemli, en yaygın kullanılacak keşifler, insanların bir makineyle etkileşimi diyebileceğimiz "kullanıcı arayüzü"nün doğallığı anlamında, bu konu etrafında gelişecek.
İnsanlar hala "bu elimdekilerin, yapmalarını istediğim şeyleri yapmasını sağlayamıyorum" diyorlar, o zaman gerçekten de burada asıl hüner, nasıl bir insana talimat verebiliyorsanız aynı şekilde bilgisayara da komut verebilmeniz olmalı.
"Seyahatim için hazırlıklarımı yap" diyebileceksiniz örneğin, öyle dosyaya gir, aça bas filan yok. Ve bilgisayar da sizi bilecek, tanıyacak; ister evde koltukta oturmuş BBC izliyor olun, ister telefonda ya da bilgisayarın başında, o sizin için gereken adımları atacak. Tüm enformasyon ve iletişim dünyası fiilen bir araya gelecek.

Bulut bilişimi

Yani bugün televizyon deyince, radyo deyince aklımıza gelen, "Yazdır" deyince düşündüğümüz şey, hatta sesli arama ya da görüntülü arama dediğimiz her şey, internet ortamında iletiliyor olacak. Tümü çok daha interaktif, çok daha ilginç bir hal alacak, akıllı yazılımları, televizyon ya da telefonu kişisel bilgisayarınızda, internet ortamında çalıştırmanız çok daha rahat olacak. "Bulut bilişimi" de denilen yöntemden bahsediyorum.
İnsanlar "bulut bilişimi" deyince aslında bir şeyin nasıl işlediğini tartışıyorlar. Yani yapacağımız şeyler değişecek ama bilgisayarların ve yazılımların işlevlerini nasıl tarif ettiğimiz de değişecek. Bir çok şeyi müşterek veri merkezlerinde ya da evinizde saklamak yerine, interneti kullanacağız, internet bu ortamın bir tür merkezi olacak aslında. "Bulut bilişimi", kuşkusuz geleceğin kilit önemde itici güçlerinden biri olacak, buna kuşku yok ancak bu da bizim sektörümüzdeki diğer her şey gibi işliyor. Yani fikirler çok hızlı ortaya atılsa da bunların gerçekleşmesini sağlayan gerçek teknolojik ilerlemeler, daha uzun bir dönemde görülebiliyor.

Steve Balmer

Kuşkusuz internet bizim birbirimizle sanal anlamda etkileşim biçimlerimizin de merkezinde yer alacak - fiziksel bir etkileşim içinde olmaya devam edeceğiz ama birbirimizle ilişki biçimlerimiz eskisine kıyasla, çok daha yüksek oranda sanal ortamda olacak.
Geçen akşam karımla iki ayrı yere gitmemiz gerekti - biri bir oğlumuz, diğeri de diğer oğlumuzla ilgiliydi. Peki, katılamadığım etkinlikte neler yaşandığını nasıl takip ettim, yani oğlumun basketbol maçında neler olduğunu nasıl biliyorum sizce?
Çünkü maçı izleyen ebeveynlerden biri, maç skorlarını devamlı Twitter üzerinden güncelledi. Ben de bir yandan diğer oğlumun konserini izlerken, ayrıca araba kullanırken de Twitter'ı takip ettim. Anlayacağınız, bu şey, bir çok açıdan bayağı önemli.

'Sosyal medya, sosyalleşme ve tüketim arasındaki kayıp halka'

Nada Švob-Ðokic, Hırvatistan'ın başkenti Zagrep'te Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde görevli bir sosyolog. Kültür ve medya çalışmalarıyla tanınıyor. 
Nada Švob-Ðokic

Nada Švob-Ðokic ile Üsküp'teki Glocal Sosyal Medya Konferansı'nda Web 2.0 ve sosyal medyayı konuşuyoruz.
BBC Türkçe: Teknolojilere erişim imkanlarını, özellikle üçüncü dünyada internet erişimi oranlarının ne kadar düşük olduğunu göz önüne alacak olursak acaba tüm bu patırtı biraz da abartılan birşey mi? Sonuç olarak dünyada internet erişimi olmayan milyarlarca kişiyi hiçbir şekilde ilgilendirmeyen konular bunlar.
NSD: Sosyal medya tabii görece yeni bir olgu. Elbette o kadar hızlı bir şekilde tüm dünyada yayıldığı söylenemez. Bazı sosyal gruplar, ülkeler ya da toplumların, sosyal medyanın etkisine o kadar da açık olmadıkları doğru. Çünkü bunları kullanma imkanları yok zaten. Bu durumda sosyal medyanın çoğunlukla görece gelişmiş toplumlar arasında yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Bu toplumlarda şu ana kadar, sosyal medya araçlarının iyi ve kötü yönleri tecrübe edildi. Ama şöyle bir gerçek de var. Bizim toplumlarımız içinde de bu araçlara erişimi olmayan çok sayıda insan var. Aslında bu medya türü çok hızlı yayılıyor görüntüsü verse de aslında o kadar da hızlı ve başarılı bir şekilde yayılmıyor ve toplumların tüm katmanlarına da yayılmıyor. Bu anlamda da bizler yeni teknolojilere erişimi olanlar ve olmayanlar diye ikiye bölünmüş oluyoruz.

BBC Türkçe: Dayanışmayı ve birlikteliği mi yoksa nefreti mi körüklüyor sosyal medya?

NSD: Sanıyorum Sosyal Medya dayanışmayı ya da insani duyguların iyi yönlerini destekleyebilir. Ama nefreti körükleme potansiyeli de var. Bu medya araçları içine koyduğunuz hiçbir şeyi reddetmiyor. Bu medya türü insanların farklı tecrübelerinde elde ettiği bakış açılarını yansıtıyor. Ama toplumların değişik katmanları ve farklı bireyler arasındaki iletişimi de desteklemesini umuyoruz tabii. Bu anlamda sosyal medya araçlarının iyi bir amaca hizmet ettiği söylenebilir. Birbirini tanıyan insanların daha da yakınlaşmasını, birbirlerinin sorunlarını anlamasını ya da yardımcı olmasını da sağlayabilir.
BBC Türkçe: Adorno'nun medya için söylediği sözü sosyal medyaya da uyarlayabilir miyiz? Sosyal paylaşım denen olgu, "propaganda ve kitlesel bir eğlenceye mi hizmet etmektedir?"

NSD: Belki günümüzde propaganda boyutu daha az belki ama kitlesel bir eğlence olduğu doğru. Sosyal medya kullanımı yoluyla kendimizi eğlendiriyoruz. Başkaları hakkında bazı bilgilere ulaşıyoruz.

BBC Türkçe: Kendimizi ''ölümüne mi eğlendiriyoruz?''

NSD: Evet, bazen öyle. Bunu söylemek üzüntü verici, bunun konuya çok olumlu bir yaklaşım olmadığını biliyorum ama bazen öyle yaptığımız doğru.
BBC Türkçe: Röntgen ve teşhir duygularını destekliyor ve onlara hizmet mi ediyor sosyal medya?

NSD: Evet bence öyle. Bu, bazı temel içgüdülerimize hizmet ediyor. Ama bunu tümüyle kontrolsüz bir şekilde yapıyor. Kültürden ve medeniyetten söz edecek olursak mesela insanoğlu bazı araçları, değerleri ve standartları geliştirmiştir. Bu aslında bizlerin başkaları üzerindeki menfaatlerimizi de yönlendirmiştir. Bu anlamda kültür öncesi konumlarımıza geri dönmek ve başkalarının hayatlarını dikizleyerek, ya da gerçekte çok ciddi ya da kişisel hayatlar açısından çok kıymetli olan olaylarla kendimizi eğlendirmek elbette hoş değil.
BBC Türkçe: Sosyal medya kültürün desteklenmesini kolaylaştırıyor mu?

NSD: Öyle olduğuna inanmak isterim aslında. Sanıyorum evet. Değişik kültürel aktivitelere, kültürel değerlere erişim, evet, sosyal medya aracılığıyla kolaylaşıyor. İlgilendiğimiz pek çok konuyu bu platformlarda tartışabiliriz. Ya da mesela diğer kültürlere ait bilgiler ve onlara ait belli kültürel değerlerin yayılmasını, tanınmasını da sağlayabiliriz. Bu anlamda evet, istenirse çok kıymetli bir kültürel işbirliği ve temas aracı haline dönüşebilir sosyal medya. Eğer başka kültürlere ait değerleri tanımamızı sağlayacaksa iyi olma potansiyeli de var demektir.
BBC Türkçe: Bu noktada acaba kültür ve kültürel tüketim arasında bir çizgi çekmemiz gerekmiyor mu?

NSD: Bir anlamda evet. Çünkü geleneksel kültürler ve onlara ait kültürel değerlerin çoğu, kitlesel tüketim amacıyla tasarlanmış, üretilmiş ya da uyarlanmış değildirler. Bu doğru. Bunlar belli bir kültürel çevre içinde kalmaya devam edecektir. Ekonominin ya da ekonomik yatırımın etkilerine çok fazla açık değildirler. Ama diğer taraftan teknoloji ekonominin kültürün içine sızmasını da kolaylaştırmaktadır.
Tüketim ekonomisi veya tüketim kültüründen söz edecek olursak.

BBC Türkçe: Siz "Sosyal medyanın sosyalleşme ve tüketim kültürü arasındaki kayıp halka" olduğunu söylüyorsunuz. Bu ne anlama geliyor?

NSD: Ben sosyal medyayı bu şekilde yorumlamayı tercih ediyorum. Çünkü bu potansiyele sahip. Ama tabii bu potansiyelin tümüyle kullanılıp kullanılmadığı başka bir konu. Sosyal medya geniş bir kültürel değerler, ilkeler yelpazesi ve çeşitliliğini, son derece pratik ve işlevsel bir şekilde bizim tükettiğimiz nesnelere dönüştüren birleştirici halka olabilir kolaylıkla. Ama dediğim gibi bu olur veya olmaz, orası ayrı bir konu.

 

'Sıradan insanlar, internette sıradan olmadıklarını anlatıyor'

Teknoloji yazarı ve internet içeriği üreten MYK Medya şirketinin kurucusu Serdar Kuzuloğlu, sosyal medyanın bireysel kullanıcılara, 'sıradan olmadıklarını' anlatma imkanı verdiğini söylüyor.
Serdar Kuzuloğlu


BBC Türkçe: Sosyal medyanın internet kullanıcılarına getirdiği en büyük değişim nedir?

Serdar Kuzuloğlu: Twitter olmasaydı belki milyonlarca kişi mikroblog ile tanışmayacaktı. Twitter ve benzerlerinin yaptığı mikroblogdur. 140 karakterlik kısa kısa blog girişleri. Bugün şarkıcısından gazetecisine kadar, şu ana kadar internette belki iki üç cümleyi bir araya getirip birşey yapmamış insanlar bir içerik hazırlıyorlar. Ve bunu binlerce, kimi durumlarda on binlerce, yüz binlerce kişi takip ediyor.
Bunu sıradan insanlar da yapıyor. Ve bu insanlar yani Twitter'da kimse kimseden bir kat daha üstün değil. Kimsenin avatar resminin yanında ''Bu bir celebrity'dir'', ''Bu bir gazetecidir'' yazmıyor. Dolayısıyla orada herkes birbiriyle eşit ve herkes herkesle konuşma hakkına sahip. İnsanlar bir birini bloke etmediği sürece.
İnternetin eski dönemlerinde çok yaygın olan anonimliğin de kalkmasıyla birlikte, sanal dünya dediğimiz kavram giderek bizim kendi dünyamızla birleşiyor. Eskiden kimse internette ismini kullanmazdı. Hatta çok acayip bir şeymiş gibi görünürdü: ''İnternette kimseye ismini verme, cismini verme, fotoğrafını koyma.'' denirdi. Bu gün herkes bar bar bağırıyor, ''Ben şuyum, fotoğrafım bu, evim bu, işte sakalımı kestim, burnum kanadı, bilmem ne oldu, bu köpeğim, bu sevgilim, buraya hastayım, bak pilav yiyorum çok lezzetli...'' İnsanlar artık bir ifade ishali misali her şeylerini yayma derdindeler.

BBC Türkçe: Bazen insanlar şunu söylüyorlar: Facebook ve diğerleri aslında aşırı milliyetçiliğin, hatta bazen faşizmin yayılmasına veya pompalanmasına hizmet ediyor. Böyle bir tehlike var mı gerçekten?
SK: Bugün Türkçe internetteki topluluklara baktığımızda ciddi bir fanatizm görüyoruz. Sol, sağ, İslami vesaire, yani her alanda çok ciddi uçlar var. Mesela bilgisayar korsanları bile, aşırı derecede politik Türk hacker grupları. İnanılmaz faşist kolları var. İşte İslami kolları var. Bunların hepsinin kendine görev bellediği noktalar var. Onlara yönelik şey yapıyorlar. Ben biraz şey görüyorum, kendini siyasi yelpazede ifade edemeyen ya da kendini mevcut politik düzende temsil edilmiyor varsayan insanların burada birazcık o anonimliğin de getirdiği şeyle kin kusması olarak görüyorum.
Bunun aslında çok daha ciddi bir tezahürü de Youtube ve benzeri video paylaşım sitelerindeki yorumlarda kendini gösteriyor. Bugün bakın ben hatta yabancı video kliplerde bile görüyorum. Bir anda altta Kürt-Türk çatışması başlıyor. İstisnasız bugün istediğiniz videoya girelim. Eline bağlamayı alan türkü söyleyen bir ozan, rap yapan bir genç, tek tekerini havaya kaldırıp bisiklete binen çocuk, ne olursa olsun altında bir Türk-Kürt kavgası göreceğiz yorumlarda.
Bu çok tehlikeli bir şey. Üstünde çok konuşulmayan, gazetede televizyonda görmediğimiz ama halkta giderek yayılan yarı şaka yarı ciddi kimilerinin dalgasına topa girdiği ama çok ciddi sinyaller veren bir sosyal kıpırdanmalar var. Bunun uçlarını da yine sosyal medyada görmek mümkün.
BBC Türkçe: Bir yanda anonimliğin kolaylaştırdığı iftira ve karalamalar, karşılıklı çatışmalar, diğer yandan da Youtube yasağı gibi uç önlemler. Bunların ortasını bulmak çok zaman alacak mı Türkiye'de?
Şimdi Türkiye'deki sorun şu: Biz offline olarak çok özgürlükçü bir ülke olmadığımızdan , online dünyada da bunu sağlayamıyoruz. Alışmadık donun durmaması misali bizim geleneksel reflekslerimiz aynen internete de tezahür ediyor.
Biz giderek küçülen bir çember içerisinde giderek yükselen duvarlar arkasında bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bir yandan da şu var: Youtube Türkiye'de sansürlü. İnternetteki istatistik raporlarına bakıyorsunuz, Türkiye’nin ilk beş sitesi arasında en çok ziyaret edilen.
Bugün sokakta sorsanız ''Youtube'a girebiliyor musun'' diye? Eminim beş kişiden üçü dördü ''Girebiliyorum'' diyecektir. Sansürün kendisinin de işlevsel bir faydası yok. Ülkenin başbakanı bile gazetecilere ''Ben girebiliyorum, siz de girin'' diyebiliyor.
Başbakan giriyor, sokaktaki insan giriyor, daha bu niye sansürlü? Biz Youtube'u, içinde Atatürk’e hakaret videoları barındıran bir site olarak etiketledik. Youtube bugün dünyanın en büyük üniversitelerinden bir tanesi, mesela niye bunu hiç kimse konuşmuyor?
Yani bugün oradan buradan taklalar atarak ulaşabiliyor olabiliriz, bu sevinmemiz gereken bir şey değil asla. Çünkü yarın bir gün Çin'de Ortadoğu'da olduğu gibi bu yöntem de yasaklanabilir, o zaman ne yapacağız?
BBC Türkçe: İdeolojik olarak baktığımızda, acaba bütün bu sistem kime hizmet ediyor? İnternette büyük birader mi, kullanıcılar mı kârda?
Kimin ne yaptığı, nerede olduğu, ne yediği, ne içtiği, nereye gittiği, kiminle arkadaş olduğu, kiminle yazıştığı, ne yazıştığı, kimi aradığı, kim tarafından arandığı, kitapçıdan hangi kitabı satın aldığı. Her şeyin bir veri tabanında kayıtlı olduğu bir durumdayız.
Şimdi mesela insanlara bunların hepsi dağınık bilgi ambarları gibi geliyor ama Google, Social Search diye bir hizmetini tanıttı geçtiğimiz günlerde. İşin özünde bütün sosyal mecralarda bıraktığımız bilgi artıklarını bizim ismimizle eşleştiren ve tek bir noktada toplayan ve arayabilen bir sistem.
Yani şu meşhur polisiye filmlerde bilgisayarın başına geçip birinin adını yazıp yedi şeceresini birden dökme olayı, aslında bugün herkesin ulaşabildiği bir koz haline geliyor.
Ama bütün bu kullandığımız ağların birçoğunun Amerika merkezli olması bence ileride rüzgârın farklı taraftan estiği durumlarda hiç aklımıza hayalimize gelmeyen şeylerin olmasına da yol açabilir diye düşünüyorum.
BBC Türkçe: Bireysel kullanıcılar için sosyal medyada yer alma isteği, kendilerini gösterme veya insanlardan ilgi görme ihtiyacının bir yansıması mıdır?
Bireysel kullanıcılar için düşündüğümüzde, tamamen sıradan insanların ''Ya ben o kadar sıradan birisi değilim, kendime has çok enteresan bir hayatım var ve bunu sizle paylaşmak istiyorum.'' derdi.
Tabii bunu aslında geleneksel medyanın şu anki ana akımlarıyla da örtüştürmek lazım. Bugün bütün dünyadaki televizyon yapımlarında ciddi anlamda bir ifşa, teşhir ve faş etme duygusunu görüyoruz.
Yeni akım bu. İşte kameralı evler, kendi hayatını teşhir eden insanlar. Kendi özel hayatlarındaki problemleri televizyon programlarında çözmeye çalışan insanlar. Ki bu yatak odası dertlerine kadar inmiş durumda. Bütün dünyada böyle bir süreci görüyoruz.
Bu internette de aynı şekilde yansıyor. Bir anlamda ve şunu unutmayalım insani olarak çok teşne olduğumuz bir şey takip ediliyor olmak, insanların bizim ne dediğimizi dinliyor olması, tepki veriyor olması. Çok doğal olarak hepimizi bir anlamda mutlu ediyor ve buna bağımlı kılıyor.
BBC Türkçe: Tüketime mi hizmet ediyor sosyal medya?
SK: Tabii bu teşhir tüketimle de ilintili bir şey. Yani teşhir ettiğimiz şey evimizde ördüğümüz kazak falan değil. Satın aldığımız şeyler, gidip yediğimiz içtiğimiz şeyler, gördüğümüz ülkeler, yeni keşfettiğimiz mekânlar vs. bunun tüketimden çok bağımsız bir şey olduğunu düşünmek çok doğru olmayabilir.

 'Sosyal medya eylemsizliği teşvik ediyor'

Prof. Kevin Robins'e göre genel olarak internet, özelde de sosyal medya, insanları sosyalleştirmek ve örgütlemekten ziyade 'eylemsizleştiriyor.'
Prof. Kevin Robins


Londra Üniversitesi Goldsmiths College'da ve İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde görevli. İstanbul'da yaşıyor. Ulusötesi Kültür alanında araştırmaları var. İngiltere'deki Türk toplumu ve göç olgusu üzerine araştırmaları ile de tanınıyor.
Kevin Robins'e öncelikle göçmenlerin internet ile ilişkilerini, ardından da sosyal medyanın toplumlara genel etkisini soruyorum.
BBC Türkçe: Sosyal medya göçmen azınlıkların içinde bulundukları toplumla bütünleşmelerine yardımcı oluyor mu yoksa onları kendi toplumları ile mi yakınlaştırıyor?

KR: Göçmenler ve onların medyayı kullanım biçimlerine dair pek çok söylence bulabilirsiniz. Birincisi, -ki bu Londra'da yaptığım bir çalışmaya dayanıyor- göçmenler tarafından kullanılan başlıca medya televizyon. Çok merkezi bir yeri var televizyonun. İnternet kullanımı ise belki daha genç nesiller arasında yaygın. Ancak burada egemen ve olması imkansız bir söylence de var. Bu da medyanın göçmenler ile onların vatanları arasında bir köprü oluşturması. Bu insanlar bir şekilde diaspora oluşturuyorlar ve vatanlarından uzakta yaşıyorlar. Başlıca referans noktaları ise geldikleri yerler. Benim incelediğim vaka özelinde de Türkiye. Bu insanlar uydu televizyonları ile medyaya erişiyorlar. Londra'da yaşıyorlar ama İngiliz toplumuyla entegre olmayı hedeflemiyorlar. Ama kendi toplumları ile de aralarında bir mesafe bırakmayı tercih ediyorlar. Bu durumda da uluslar üstü bir varlık oluşturuyorlar. Çoğunlukla da Türkiye kaynaklı medya ve İngiltere kaynaklı medyanın kullanımı arasında gidip geliyorlar. Ait oldukları ve içine girdikleri kültürlere, Avrupa kültürel dinamiğine dair daha karmaşık bir tavır inşa ediyorlar. Bu anlamda Avrupa halklarının Türklerin deneyiminden öğrenecek çok şeyleri var. Ama öyle olmuyor çünkü kendi ülkelerinin medyaları tarafından esir alınmış insanlar diye bir mitoloji uyduruyorlar.
BBC Türkçe: Peki internetin yükselişi göçmenlerin davranışlarını değiştiriyor mu?

KR: İnternet o kadar da dramatik bir değişikliği getirmiyor bu anlamda. Ama böyle bir potansiyel var. Çünkü internet artık önde gelen ulusüstü medya olmuş durumda. Nasıl kullanıldığına da dikkatli bakmak lazım. Temel varsayım göçmenlerin kendi vatanları ile bir bağlantı kurmak için kullandıkları. Ama aslında göçmenler şimdi eskiye göre hem Türkiye hem de Avrupa'nın diğer yerleri ile çok daha karmaşık iletişim ağlarına sahipler. İş bağlantıları, aile ve dost ilişkileri çok daha karmaşık bir yapıya sahip. Buradaki tehlike göçmenler konusuna, üzerinde hiç düşünmeden hemen bazı yargılarla yaklaşmak. Tembel bir şekilde bazı önyargılar harekete geçiriliyor.
BBC Türkçe: Siz sosyal medyayı kullanıyor musunuz?

KR: Ben sosyal medyayı kullanmıyorum. Benim için aslında bu terim de çok yeni. Bu medya türü konusunda söylenenlere karşı da eleştirel bir tavır almayı tercih ediyorum. Bu konuda öne sürülen bazı söylenceler var.

Mesela göçmenlerin davranışlarının medya tarafından belirlendiği bir söylentiden ibarettir. Teknoloji için de aynı şey geçerli. İletişim için de aynı durum var. İletişimin kolaylaşmasının insanların faydasına olduğu söyleniyor. Sosyal Medya denen medya türüne baktığımda, çoğu yerde havadan sudan şeylerle karşılaşıyorum. Ben tabii farklı bir kuşaktan geliyorum. Yeni medya türleri ve sosyal medya gençlere ait bir yer gibi görülüyor. Daha yaşlılara göre değil. Bu medyayı ilk kez Sosyal Medya konulu konferansa katılmadan önce inceledim. Örneğin Twitter bana göre son derece baside indirgenmiş bir iletişim türü. Buradaki ikilem ise şu: Bu teknolojiden söz ederken düzgün ve dengeli bir söylem oluşturamayabiliriz. Bu geleceğe ait birşey. Eğer yeterince genç değilsen bundan birşey anlamayacaksın demek oluyor bu. Yani burada bir kuşak bölünmesi de oluşturulmuş durumda.
BBC Türkçe: Teknolojiler arkalarındaki ideolojilere hizmet ederler denir. Peki sosyal medya kime hizmet ediyor, insanlara mı yoksa büyük biradere mi?

KR: Herşeyden önce Büyük Birader'e hizmet etme konusunda büyük bir potansiyeli var. Ama çok da totaliter görünmeyen bir şekilde var bu potansiyel. Basitçe tanımlamak gerekirse iki ayrı dinamik var burada. Bir taraftan bir bilgi toparlama dinamiği var. Buna karşılıklı iletişime dayalı bilgi toparlama da diyebiliriz. Teknolojinin her kullanıcısı tarafından yürütülen karşılıklı iletişim kaydediliyor. Örneğin Google internette neler yaptığımızı çok iyi biliyor. Bunun tabii uzun bir tarihi var. Bunun mutlaka teknoloji tarihi olması da gerekmiyor. Piyasa araştırmalarının uzun tarihi diyebiliriz. Hedef kitleyi reklamlar yoluyla daha belirgin bir şekilde yakalayabilmek amacıyla insanların medyayı kullanma biçimlerinin araştırılması... Sonuçta bu teknoloji ile çok da ilgili olmayan bir gelişme. Piyasa araştırmasının çok daha rafine bir yolu diyebiliriz buna. Ticari nedenlerle kullanılıyor. Sonuçta Büyük Birader değil ama bu potansiyel var. Otomatik para çekme makinesinde kartımı kullandığımda da aynı teknoloji ile karşı karşıyayım. Tabii benimle ilgili herşey orada da kayda geçiyor. Kartı hangi amaçla kullandığım. Nerede olduğum. Benimle ilgili geniş bir profil oluşturulabilir bu sayede. Yani bir yandan da elinizde böyle birşey var. Buna Büyük Birader diyemeyiz belki ama kapitalist bir dinamik olduğu kesin. Öbür yandan da tüm bunların sosyal yönden ne kadar faydalı şeyler olduğuna dair bir ilüzyon oluşturuluyor. Telefonun icadından Twitter'a kadar bu hep böyle olmuştur. Haberleşme boyutu öne çıkarılıyor hep. İnsanlar daha fazla iletişim kurarsa birbirlerini daha iyi anlayacaklar deniyor. Haberleşme mitolojisi göklere çıkarılıyor daima.
BBC Türkçe: Moldova ya da İran gibi ülkelerde bulunan muhalif gruplar ile batıdaki küreselleşme karşıtı grupların aynı anda aynı teknolojiyi kullanmaları biraz kafa karıştırıcı değil mi?

KR: Evet bu konuda haklısınız. Yeni medyanın gelişmesi, yaygınlaşması gerçekten çok taraflı bir süreç. Ancak geçmişte telefon örneğinde olduğu gibi bu teknolojileri başka amaçlar için de kullanmak mümkün. Durum hep böyle olmuştur. Sivil toplum kuruluşları ya da siyasi hareketler gibi grupların da teknolojinin alternatif yönlerini kullanıyorlar. Elbette teknoloji işe yarayabiliyor. Ama burada merkezde duran, teknoloji ya da teknolojik ivmenin kendisi değil, siyasi projelerdir. Ulus ötesi bağlantılar kurmak isteyen sivil örgütlere telefon ya da faks da yardımcı olabilirdi. Yani Twitter ve diğerleri çok da büyük bir dönüşüm getirmiyor bu anlamda. Mobil telefon mesela tek başına çok önemli bir teknolojidir. Ama İnternet, Facebook, Twitter ve diğerleri kadar büyük bir potansiyel olarak gösterilmemiştir bu anlamda.
BBC Türkçe: Twitter'a baktığınızda şu anda kahvaltı ediyorum, hava bugün muhteşem gibi mesajlar da görüyorsunuz. Ve bu mesajları yazan kişileri takip eden insanlar var. Tüm bu faaliyetin insanların kendi hayatlarını teşhir etmek ve diğerlerini gözetlemek gibi bazı güdülerine hizmet ettiğini düşünüyor musunuz?

KR: Evet, teknolojiyi insan psikolojisi ve insanın toplumsal boyutu ile de ilişkilendirmek gerekir. Teknolojinin davranışlarımızı gözetleme, bir anlamda son derece rutin bir şekilde dikizleme imkanı sunduğunu biliyoruz. Elektronik kartlar ya da elektronik iletişim yoluyla yaptığımız bazı işlemler bunu getiriyor. Ama öbür yandan bu bana biraz "keşfedilmesi gereken" ve hiç araştırılmamış bir alan gibi geliyor. İnsanların Facebook'ta yaptıkları mesela. Bana göre açık bir şekilde bir narsizm yani kendine hayran olma durumu var burada. Kendinizi bir birey olarak sergilemek ve kendi varlığınızı arkadaşlarınızla paylaşmak... Gülen yüzler dünyası bu. Herkesin çok rahat ve bireyci göründüğü bir dünya. Açıkçası sosyal medyanın üretken ve yapıcı amaçlar için kullanılmasından çok uzaktayız. Bir teşhir dünyası burası. Hello benzeri magazin/dedikodu dergileri ile de benzerlikleri var. Teknolojinin önemli bir yan etkisi diyebiliriz buna.
BBC Türkçe: Bu durumda medyanın hangi açıdan daha güçlü olduğunu düşünüyorsunuz? Diyaloğu desteklemede mi yoksa nefreti ve ayrımcılığı körüklemede mi daha başarılı bu araçlar?

KR: Nefreti ve ayrımcılığı körüklediğini düşünmüyorum. Daha çok kayıtsızlığı ve pasifliği körüklüyor. İnsanlar var olan retorikten bir parça kapmaya çok hevesliler. Teknolojinin bir şekilde üretken olan bir tarafı var. İnsanlar bu sayede daha interaktif olabiliyorlar. Ama buradan çıkan sonuç nefretin körüklenmesinden ziyade bayağılığın körüklenmesidir. İnsanlar buralarda çok fazla zaman harcıyorlar. Bu anlamda video izlemekten, veya meyve işaretli kumar makinelerinde vakit harcamaktan farkı yok. Buradaki ikilem ise şu: Toplumlarımızda bunun makul bir şekilde tartışılması da kolay değil. Çünkü tartışmanın doğası bir şekilde teknolojiye olumlu bakan kişilere göre konumlanmış durumda. Tarihsel olarak da aslında yeni teknolojilerin iletişimi, sosyal etkileşimi kuvvetlendirdiğine dair büyük bir inanç vardır. Telefon, telgraf, televizyon, faks makinesi vesairre. Hepsi için aynı şeye inanılmıştır. Ama bunlar geçmişte asla toplumları tek başına dönüştürmemişlerdir. Bununla beraber bir sonraki teknolojinin artık bunu başaracağına dair çok güçlü bir inanç da vardır. Sanıyorum teknoloji retoriği karşısındaki teslimiyetimiz, koşulsuz inancımız hakkında daha fazla kafa yormamız gerekiyor.

BBC Türkçe: Türkiye'de yaşayan bir akademisyen olarak Youtube yasağını nasıl karşılıyorsunuz?

KR: Youtube'un çok büyük bir hayranı olduğumu söyleyemem aslında. Bunun toplumsal anlamda dönüştürücülüğü olan bir teknolojik deneyim olduğunu düşünmüyorum. Duman konserinde veya başka bir yerde cep telefonu ile çekilmiş görüntüleri izlemek bana göre banal bir aktivite. Youtube, muhteşem birşey değil bana göre. Gerçi zaman zaman Youtube üzerinde yurttaş gazeteciliğinin örnekleri, ya da geleneksel medyanın yakalayamadığı önemli bazı olaylara dair kayıtlar da yer alabiliyor. Ama bana göre bunlar Youtube'u muhteşem yapmıyor.

Bununla birlikte Türkiye'deki Youtube yasağının ilginç bir yönü var. O da bu yasağın ne kadar tuhaf birşey olduğu. Böyle birşeyi yasaklamak kötü niyetli bir eyleme benziyor. Yani kendi yurttaşlarınıza güvenmiyorsunuz. Öbür yandan Türkiye başbakanı çıkıp "Sorun yok ki ben Youtube'u kullanabiliyorum" diyor. Evet, benim kızım da pek çok kişi gibi Youtube'a erişmenin bir yolunu buluyor. Teknoloji bir anlamda by-pass edilebiliyor. Bu durumda da yasaklama ile by-pass etmeyi bilenler arasında var olan bir özgürleşme ve açılım arasında tuhaf ve karmaşık bir durumla karşı karşıyayız. Tabii Türkiye'deki yetkililerin böyle bir durumun oluşmasına meydan vermeleri de iyi niyetli bir görünüm vermiyor açıkçası.

Türkiye bu durumda, diğer toplumlardan ister istemez geçmişte kalmış türden bir sansürü desteklediği yönünde yüklü miktarda eleştiri ile karşı karşıya kalma riskini de üzerine almış oluyor. Sonuçta bir devekuşu kafasını kumun altında uzun süre tutacak olursa, düşüp ölecektir en nihayetinde...

Slavoj Žižek ile internetteki kurgusallık üzerine

Aralık ayında Türkçe olarak yayımlanan kitaplarının tanıtımı için İstanbul'a giden Sloven felsefeci Slavoj Žižek ile Boğaziçi Üniversitesi'ndeki konferansı öncesinde görüştük. 
Sloven felsefeci Slavoj Žižek

Sloven felsefeci Slavoj Žižek ile Boğaziçi Üniversitesi'nde görüştük.
Žižek'in gazetecilere özel toplantısına kalabalık bir gazeteci topluluğu katılmıştı.
BBC'nin Süpergüç projesi kapsamında Slavoj Žižek ile görüşmek istememin nedeni ise bir felsefecinin sosyal medyayı kullanmasını ilginç bulmamdı.
Çünkü Sloven felsefecinin Twitter kullandığına dair haberler tam da İstanbul seyahati öncesinde sosyal medya ortamlarında yayılmaya başlamıştı.
Ancak röportajımız sırasında bu siteleri aslında Žižek'in değil, taklitlerinin kullandığını öğrendik.

Slavoj Žižek, kendi adına açılan hesaplarda başkalarının birşeyler yazıyor olmasını nasıl açıkladığından yola çıkarak, internetteki kurgusallık üzerine düşüncelerini bizimle paylaştı.
Faik Uyanık: @ZizekSpeaks diye bir Twitter hesabı var. Bu hesap size mi ait?
Slavoj Žižek: Bu asla ben değilim. Resmen açıklamış olayım bunu. Facebook'ta, Twitter'da, Youtube'da bulunan hiçbirşeyi ben koymuyorum. Buna zamanım yok. Facebook'ta bile iki ayrı hesap açılmış benim adıma. Ben değilim bunlar. Bundan da nefret ediyorum çünkü bazen beni taklit etmeye çalışıyorlar ve nerdeyse tıpkı benim gibi yazıyorlar. Bazen de benden alıntı yapıyorlar. Ama ben oralarda yokum burası kesin.

(Bir başka gazeteci): Türkiye'de sizin de Twitter kullandığınız yolunda epey haberler çıkmıştı.
Slavoj Žižek: Aman tanrım... Bu konuda birşeyler yapmam lazım. Ama nasıl yanıt verebilirim ki bunlara. Aslında Amerika'daki Verso yayıncılık benim için bir site açmış durumda. Orada bir açıklama da yer alıyor. Belki de Lacan.com'da bu işi yapmak gerekiyor bilemiyorum.

Prensip olarak fikri mülkiyetin özgürlüğünden yanayım elbette. Eski moda bir Marksist gibi görünüyor olabilirim bu anlamda. Fikri mülkiyetin içinde özel mülikyete direnen birşeyler var. Temel bir paradoks bu. Ben bir şeyi size satıyorsam, siz de bana birşey satıyorsanız bu, özel mülkiyeti işleyebilir ve mantıklı kılan birşeydir. Bu suyu ben içiyorsam siz içemezsiniz. Bilgi ise tamamen farklıdır. Ne kadar fazla kullanılıyorsa o kadar zenginleşir. Bilgi paylaşılırsa zenginleşir. Fikri mülkiyet ile ilgili büyük sorun da budur. Bunu özel mülkiyete dönüştürme girişimi tümüyle yapaydır. Sorunun kaynağı ise şu: Fikri mülkiyetin serbest dolaşımı olgusu, bireylerin mülkiyet hakları ile birleştirilirse orada sorun başlıyor. Örneğin internette benim adıma konuşan insanlar. Bunun bile aslında en azından bir güzel tarafı var: İnsanlar oradaki kişinin gerçekten ben olup olmadığımdan kuşkulanmaya başladıklarında, şöyle bir etki olabilir. Bu durumda gerçekten benim gibi düşünmeleri gerekecektir. Bir sonraki adım ise o konu üzerine düşünmek olacaktır. Gerçekten bir derin düşünce ürünü müdür, yoksa tamamen bir saçmalık mıdır, sahte midir buna bakılabilir. Yani siz bir yetkin isimden birşeyler duyduğunuzu düşünüyorsunuz ama bunu aslında kimin söylediğinden emin olamıyorsunuz. Bu durumda da o söyleneni alıp analiz etmeye başlıyorsunuz. Bu güzel bir etki olabilir. Ve işte bu durumda bile bana ait olmayan bazı açıklamalar, bu şüpheyi ve soruşturmayı başlatabilir. Bu sözlerin kime ait olduğunu anlamak için insanlar kafa yormak zorunda kalacaklardır.

İddia ediyorum ki günümüzde insanların özgür ve müsamahakar bir toplumda yaşadığımız falan gibi düşüncelerinin aksine bilim esasen otoritenin söylemine dönüşmüştür. Stephen Hawking'e ya da evrenbilim, kuantum fiziği gibi popüler bilimlere bakalım. Sıradan insanlar olan bizler gibi kişilerin bunların nelerden söz ettiğini anlamadığı çok açık değil mi? Büyük Patlama, Kuantum salınımları vesaire, bunlar bizim için sadece otoritenin söylemi.
Faik Uyanık: İnsanlar neden farklı bir karaktere bürünme ihtiyacı hissediyor olabilirler internet ortamında?
Slavoj Žižek: Aslında ben bunu takdir ediyorum. Ama elbette bazı tehditler de var burada. Beni burada en çok etkileyen şey, bir kere bu biraz muğlak bir olgu, normalde o kadar da takdir etmezdim ama şu var: Orada kendinize ait bir kimlik oluşturmadan var olma özgürlüğü önemli. Mesela maço bir erkeğin lezbiyen bir kadın gibi davranması... Jacques Lacan'ın da harika bir şekilde vurguladığı gibi: Gerçek aslında kurgudan oluşan bir yapıya sahiptir. O kadar da korkmaya lüzum yok. Yani "gerçek yok", "bizler sadece hayal kuruyoruz, hikayeler anlatıyoruz" gibi postmodern saçmalıklara fazla kanmamak lazım.

Bir örnek vereyim: Jane Austen'ın o harika erken dönem romanlarını hatırlayın.

Tipik bir romantik örgü vardır. Küçük bir evde bir iki kişi yaşamaktadır. Arada elbette gizli erotik gerilimler mevcuttur. Ama bastırılmışlardır ve bunu açıkça ortaya koyamazlar. Alışıldık romantik kurguya göre bir tiyatro oyunu sergilemektedirler, o oyunun içinde de "seni seviyorum ama bunu sana söyleyemiyorum" demektedirler. Eğer bir oyunda ben sizin aşığınız rolündeysem o zaman oyun başlar başlamaz size doğruyu söyleyebilirim. Çünkü tamamiyle kurgusal bir ortamdayızdır. Bir bedel ödemem de gerekmez. Çünkü ciddiye alınmayacaktır. Bu anlamda ben çoğu kez kurgunun gerçeklikten daha gerçek olduğunu iddia ediyorum.

Diyelim ki ben ihtiyar ve iktidarsız bir adamım. Ölüme de çok yakınım. Ama diğer adamları döverek kadınlara kur yapan maço bir adam olmayı hayal ediyorum... Peki ya öbür taraftan bakacak olursak. Kişiliğimin özünde yatan nitelikler nedir? Acımasız ve bencil bir insan olabilirim. Ancak toplumsal nezaket nedeniyle olduğum gibi davranamıyor olabilirim. İşte tam da bu durumda, kurgu işin içine girdiğinde kendim olabilirim. Ayrıca bu durum sorumluluktan da muaf tutuyor kişiyi. İnternetteki tuhaf özgürlük duygusunu da açıklıyor bu.

Hatırlıyorum gençliğimde insanlar bana şu acayip soruyu sorarlardı: Kendini ilk ne zaman gerçekten özgür hissettin? Belli ki siyaseten doğru birtakım saçmalıklarla yanıt vermemi bekliyorlardı. İşte "Komünist baskıya karşı gösterilere başladığımızda" falan gibi şeyler. Hayır. Onlara şunu söyledim. Özgür hissettiğim ilk anı çok net hatırlıyorum. 16-17 yaşlarındaydım. Yani bundan 40 yılı aşkın bir zaman önce. Evdeki telefon çaldı. Açtım. "Maria orada mı" diye sordu birisi. Aslında yanlış numarayı aramışlardı. Ama bunu söylemedim. Eflatun'un da dediği gibi iki tür insan vardır: Kötülük yapanlar ve kötülük yapmayı hayal edenler. Üçüncü bir yol yok yani. Arayan kişiye "Ben hastaneden geliyorum Maria az önce bir kalp krizi geçirdi ve öldü" demek geldi aklıma. Büyük bir felakete yol açma özgürlüğüm vardı. Üstelik de bunda hiçbir sorumluluğum olmayacaktı. Elbette böyle birşey yapmadım. Ama işte internetle ilgili durum da aynen böyle.

Bir şeyleri yaymanız için muğlak bir özgürlük sağlıyor internet. Bir yönüyle mükemmel. Tüm fanteziler hayata geçebiliyor. Ama diğer yandan tüm bunlar için ahlaki doğruların nasıl oluşturulacağı sorusu geliyor.

Radikal liberaller, tümüyle özgürlükten yana. Ne isterseniz yapın diyorlar. Diğerleri ise tüm bu sorunların sanal birer tecavüz olduğunu söylüyor. İnternette biriyle flört ediyorsanız ve acımasızca davranmaya başladıysanız, bu cezalandırılmalı mı cezalandırılmamalı mı falan. Ama buradaki asıl sorun bence daha radikal. Ucuz bir formül gibi gelebilir ama bizler gerçekten de artık mevcut etik normların bir faydasının olmadığı sınırlara ulaşıyoruz.

Kurgunun gerçeği yönetmesi

Sloven felsefeci, sohbetimiz sırasında, internetin sunduğu kurgusallığın, gelecekte hayatın diğer alanlarına da yayılmasının şaşırtıcı olmayacağını da söylüyor:
Slavoj Žižek: Beni çok şaşırtan bir örneği vermek istiyorum. Sabah e-postalarıma baktım. İtalya'dan bir mesaj gelmiş. Yeni geliştirilen bir teknikle insan beynini bilgisayara bağlıyorlar ve bilgisayar da çok temel bazı komutları algılayabiliyor. Elbette henüz çok ilkel bir aşamada bu teknik. Ama mesela sadece düşünce ile hareket ettirilebilen tekerlekli sandalye icat edilmiş durumda. Stephen Hawking hala bu işi parmağıyla yapıyor. Yeni teknolojide ise parmağa bile ihtiyacınız yok. Komutları beyninizde oluşturuyorsunuz ve düşünceler harekete dönüşüyor.

Bunun ilahi bir tarafı var. Bizlerin felsefede söylediğimiz gibi, düşüncenin eylemle eşit olduğu tek durum Tanrı'ya ait olandır. Tanrının tanımı budur. Alman idealizminde buna "Intellectuelle Anschauen" (Entelektüel sezgi) denir. Yani bir eylemi yansıtmak veya o eylemi yapmak arasında bir fark yoktur. Kısacası harika bir gelişme bu.

Ama sorun şurada: Eğer bu durum dışa yansıyorsa içe de yansıyabilir. Şöyle ki: Eğer ben düşüncelerimle gerçekliği doğrudan yönetebiliyorsam, benim düşüncelerim de etki altına alınabilir.

Bundan birkaç yıl önce New York'ta aynı şeyi farelerde yapmışlardı. Farelerin beynini bilgisayara bağlamışlardı. Düz git, sağa dön, sola dön gibi çok basit beyin sinyallerini yeniden üretebildiler. Sonuçlar korkunçtu. Ben televizyonda gördüm belki tamamen düzmeceydi ama pek sanmam. Önce etrafta özgürce dolaşan bir fare görüyorsunuz. Sonra birden uzaktan kumandalı oyuncağa dönüşüyor. Bir tuşa basıp fareyi yönetebiliyorsunuz. Bunu yapan adamlarla da konuştum. Bunu insanlara da uyarlamak istiyorlardı. Diyelim ki oldu. Bana bunu nasıl uygulayacaksınız? Beynime sağa git sola git diye sinyaller yolluyorsunuz diyelim. Peki ben bu durumda ne düşüneceğim: "Aman tanrım bir dış güç şu anda beni kontrol ediyor" mu diyeceğim yoksa hiçbirşey düşünmeyecek miyim? İlk sonuçlar gösteriyor ki kontrol edildiğimin farkına bile varmayacakmışım. Yani özgür irademle etrafta dolaştığımı düşüneceğim.

Bunları sizi eğlendirmek için anlatmıyorum. Şu aptal 2012 filminde gösterilen türde bir kıyamet tellalı değilim ben. Pek çok alanda, ekolojiden, biyogenetiğe, fikri mülkiyete kadar her alanda artık bir sıfır noktasına erişiyoruz. Bir Hint filozor ve kültür eleştirmeni olan Çakrabarti, -ki genellikle kendisiyle hemfikir değilimdir- şu konuda haklıydı. Dünya yeni bir döneme giriyor. Antroposen yani İnsan çağı. Kapitalizmle başlamıştı aslında ama 20. yüzyıldan itibaren biz insanlar ilk kez olarak artık bir jeolojik faktörüz. Sadece doğanın içinde ve onun parametreleriyle yaşadığımızdan değil. Onu etkileyebiliyoruz da. Sadece küresel ısınma da değil. Çin'deki arkadaşlarımın dediğine göre Çinli jeologlar arasında dillendirilmeyen bir anlaşma varmış ve iktidardakiler bunun halka açıklanmasını istemiyormuş. Buna göre bir buçuk yıl önce Çin'de meydana gelen büyük depremin insanlar tarafından üretildiğini söylüyorlar. Bunun nedeni ise yeni inşa ettikleri Üç Boğaz Barajı imiş. Bu barajlar devasa yapay gölleri de beraberinde getiriyor biliyorsunuz. Jeologların iddiasına göre bu yapay göl, yer altındaki fay hatları üzerinde haddinden fazla basınç oluşturuyormuş. Bu da bir depreme veya en azından mevcut bir depremin daha şiddetli olmasına yol açabiliyormuş.

Söyleyeceğim şu: Bu, çok yeni bir durum. İnsanlar artık doğanın güçleri karşısında eli kolu bağlı varlıklar değil. Nasıl olup bittiği hakkında açık bir fikrimiz olmasa da neredeyse herşeye kadir varlıklar olduk. Ama ne yaparsanız yapın sonuçlarını öngöremiyorsunuz. Tüm bu fare ve tekerlekli sandalye hikayelerinden kastım şuydu. Kimliklerimizin özünde yatan farklılıklarımız var. Beynimizin içinde biziz, gerçeklik ise dışarıda. Özgürce düşünebilirim. Bizlerin tecrübelerini saptayan, aradaki bu mesafe ise tehdit altında. Yani artık felsefenin devri yaklaşıyor. Yepyeni sorunlara doğru yaklaşıyoruz. İnsan olmanın ne anlama geldiğine kadar herşeyi yeniden tanımlamamız gerekecek.

Başka bir örnek vereyim. İnançlar... Köktencilik... "İnanıyor musun, inanmıyor musun" gibi basit bir soru değil aslında sorulması gereken. Şu sorulmalı: İnanç ne anlama geliyor?

Harika bir hikaye vardır: Geçenlerde bir arkadaş bana Brezilya'dan bir kitap gönderdi. İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda orada olan çok tuhaf birşeyi anlatıyor kitap. Brezilya'ya Japonya'da 300 bin ya da biraz daha fazla göçmen gelmiş. Japonya Amerikalılara teslim olduktan sonra Japon göçmenler ikiye ayrılmış. Göçmenlerin yarısından biraz fazlası Japonya'nın aslında savaşı kaybetmediğini, ABD'nin kaybettiğini düşünüyormuş. Onlara göre Japonların teslim olduğuna dair tüm haberler, Amerika'nı dünya çapında yürüttüğü bir propaganda imiş. Hatta yeni bir hikaye de uydurmuşlar. New York Times'ın bir sayısının fotokopisi var bende. Ön sayfada "General MacArthur, Çin imparatorunun önünde eğildi" yazıyor. Bu çok tuhaf. Elbette yalan söylediklerini biliyorlardı. Çünkü anlattıklarını zaten kendileri uydurmuşlardı. Ama bu yalan uğruna ölmeye de hazırlardı.

Ben de işte gençken Kavgam kitabını okuduğumda aynı şeyi yaşamıştım. Hitler'in Mein Kempf'ını herkesin okuması lazım, bunun nasıl işlediğini görmek için. Soru çok basit: Söylediklerine, yazdıklarına acaba kendisi de inanıyor muydu? Tek bir cevabı var bunun: Evet ve hayır. Bir taraftan açık bir manipülasyon yapıyordu. Hatta bunun formülünü de veriyordu. Basitleştir ve tekrarla. Ama defalarca kendi yarattığı tehdit ile karşı karşıya kaldığını da görüyordunuz. Aniden inancın yerini kendi manipülasyonları alıyordu.

Röportaj tarihi: 3 Aralık 2009

 

 

'Ekşi Sözlük, gizli kalma ihtiyacına hizmet ediyor'

Ekşi Sözlük adlı internet sitesinin kurucusu Sedat Kapanoğlu, bir süre önce ABD'de Microsoft'taki işini bırakarak Türkiye'ye yerleşmişti. Ekşi Sözlük, aldığı reklamlar yoluyla kazançlı bir firmaya dönüşmüş durumda.
Sedat Kapanoğlu

Sitenin kurucusu Sedat Kapanoğlu ile Ekşi Sözlük'ten yola çıkarak internetteki anonimliği ve bu durumun getirdiği tehdit ve fırsatları ele alıyoruz.
BBC Türkçe: Siz Ekşi Sözlük'ü sosyal medyanın bir parçası olarak görüyor musunuz?
Sedat Kapanoğlu: Sosyal medyadır elbette. Şundan dolayı: Ekşi Sözlük medyanın karşılamadığı bir ihtiyacı karşılar. O da medyanın kapsamadığı alanların insanlar tarafından, vatandaş tarafından doldurulabilme imkanı, bunu sağlar.
Anonimlik ise; bunun uzantısıdır. Çünkü Türkiye’de, özellikle Türkiye koşullarında anonimlik çok büyük bir ihtiyaç. Çünkü siz isminiz bilindiği zaman başkaları tarafından ayağınızın kaydırılabileceği, hukuki olmayan yollardan başınıza bir şeyler gelebileceği bir ülkedesiniz.
Bu koşullar dahilinde anonimlik ve bir şeyleri zarar görmeden söyleme ihtiyacı çok fazla. Haliyle Sözlük bunu da karşılıyor. Twitter’da Facebook’ta bunlar yok, çünkü Amerika yada Avrupa gibi ülkelerde anonim kalma ihtiyacı bu kadar büyük değil.
Çünkü fikir, ifade özgürlüğü çok daha olgunlaşmış bir formda. Türkiye’de maalesef öyle değil. Haliyle biz başımıza dert almamak için takma ismimizin arkasına saklanıyoruz ister istemez, bu bir ihtiyaç.
BBC Türkçe: Bilgi kirliliğine de hizmet ettiğini düşünüyor musunuz zaman zaman Ekşi Sözlük'ün?
SK: Şimdi Sözlük’ün dezenformasyona hizmet ettiğini düşünmekten ziyade Sözlük’ün dezenformasyon farkındalığı yarattığını düşünüyorum. Çünkü Sözlük'te her sayfanın en altında "Bu sayfada yazılanların hiçbiri doğru değildir. "yazar. En başta o yüzden alıcılarınız açık okumaya başlarsınız Sözlük’ü.
Evet burada yazılan bir şeyin doğruluğu kesin değildir. Benim kendi eleştirel bakış açımla doğruyu ve yanlışı ayırt edebilmem gerekir. Sorumluluğu okura yükler burada.
Biz herhangi bir şekilde doğruyu empoze ettiğimizi zaten iddia etmeyiz. Olması gereken de budur bence. Çünkü herhangi bir editöryal kadronun doğru ve yanlışı ayırt etmek konusunda evrensel bir otorite olması mümkün değil.
O yüzden de her tür bilgiye doğru ve yanlış ayırt etmeden izin veririz. Ta ki bu yasaların sınırlarını aşana kadar.
Yani biri hakkında yanlış bilgi vererek onun itibarını zedeler yada bir kişi, kurum, kuruluş hakkında yanlış bilgi vererek ticari itibarını zedelerseniz, zedeleyecek bir beyanda bulunursanız bunu kaldırmak zorunda kalırız kanunlar gereği. Bu da bizim sınırımız yani o noktada.
Yoksa onun dışında Sözlük’ün ilk açtığımda dediğim gibi "her şey bilgidir" den başladı Sözlük sonuçta. Ne yazarsanız yazın o bir datadır. Yanlış bile yazsanız toplumun neleri yanlış bildiği konusunda bir veridir en başta.
BBC Türkçe: Türkiye’de internete yaklaşım belli. Dolayısıyla kapatılmamak için aldığınız önlemler var mı? Örneğin çeşitli siyasiler hakkındaki eleştirel yazıları siliyor musunuz?
SK: Önlem aldık ama onun yerine işte ofisimin yarısını bir hukuk bürosuyla paylaşıyorum şuanda. Yani 4-5 avukat sırf Sözlük için çalışıyor.
BBC Türkçe: Ekşi Sözlük'te bir sanatçı hakkında birşeyler yazıldığında hissedilen özgürlük ile diyelim ki başbakan hakkında yazıldığında hissedilen özgürlük aynı mı günümüz Türkiye’sinde?
SK: Yasalar çerçevesinde aynı evet. Çünkü yasaları iyi değerlendirebildiğimiz zaman yani güzel bir ayrıştırma yeteneğine sahip ekibiniz olduğu zaman, hukuk danışmanı ekibiniz olduğu zaman bu konuda endişe etmenize gerek yok.
Biz de bunu yapıyoruz zaten. Hani normalde ben hiçbir site bilmiyorum ki Sözlük'ten önce bir böyle hukuk danışmanı ekibi çalıştırsın kenarda; sakıncalı olan şeyleri ayrıştırabilsin diye. Ondan evvel ben kendim yapıyordum bunu ve evet o yaptığım dönem yani 2003 öncesi, 2003 ve öncesindeki dönemde ya bu herhalde Recep Tayyip Erdoğan’a çok ayıp oldu, bunu kaldıralım, işte burda şöyleymiş, şurda böyleymiş diye.
Mesela sonradan hukuk danışmanlığı aldığınızda fikir ifade özgürlüğünün çapı çok daha genişliyor. Neden? Çünkü mesela birine beddua etmenin, "Allah belasını versin" demenin hiçbir sakıncası olmadığını öğreniyorsunuz. Bu büyük bir değişim yaratıyor bakışınızda.
BBC Türkçe: Yani Türkiye’de yasalar karşısında beddua hakaret sayılımıyor, öyle mi?
SK: Değil. Evet. Recep Tayyip Erdoğan’a da beddua edebiliyorsunuz rahat rahat, hiçbir sorun yok…
BBC Türkçe: Peki hiç “büyük birader” sizinle iş birliği yapmak istedi mi? Bu bir istihbarat birimi olabilir, emniyet olabilir. Hiç böyle bir talep ulaştı mı size?
SK: Böyle şeyler ulaşıyor. Genelde şahıslardan ulaşıyor gerçi. Yani büyük bir biraderden değil ama. Büyük biraderlerin sanırım bunu yapmak için sözlüğe pek ihtiyaçları yok. Yani kimin nereye girdiğini tespit etmeleri bizden bilgi almadan da yapabilecekleri bir şeydir diye düşünüyorum. Yani zamanında çünkü efsaneler dolanıyordu. İşte şu birim, devlet birimi gelmiş. Şu internet servisi sağlayıcının önüne bir kutu koymuş, bütün trafik o kutu üzerinden geçiyormuş gibi şeyler çok duydum. Haliyle şimdi bu varken Sözlük'ten bilgi almasına gerek olmaz böyle bir mekanizma varsa eğer.
BBC Türkçe: Bu talepler karşısında sizin yaklaşımınız ne oluyor?
SK: Hukuk çerçevesinde olmayan hiçbir talebi kabul etmiyoruz . Yani bu çok net, açık ve net. Yani hiç bugüne kadar zaten şey olmadı. Hani bir devlet birimi gelip bunu verin yoksa başınıza dert açılır falan demedi.
Şu oluyor: Mesela bir ilin emniyet müdürlüğünden talep gelmişti birkaç ay önce. Ya bunu silin, silseniz iyi olur falan gibisinden. Tamamen hukuksuz bir talep. Yani daha ortada bir dava bile yok emniyet böyle bir şey talep edemez normalde yani.
Savcılık emriyle biz bunu yapabiliriz ancak olsa olsa. Ortada bir dava vardır, tedbir alınır. Tedbir gereği yapabiliriz. Böyle bir şeyi reddettik. Konuşmamız gerekti ama müdürle anlatabilmek için durumun böyle olmadığını, vaziyetin böyle işlemediğini.
Ama böyle şeyler oluyor yani. Sırtımızı hukuka, kanunlara dayadığımız için şimdilik bir sıkıntı yaşamadık ama bilmiyorum ilerde yaşar mıyız. Türkiye’de bunlar için net konuşmak çok güç.
BBC Türkçe: İnsanlar Ekşi Sözlük'te veya diğerlerinde, oldukları gibi görünmeye hevesliler mi sizce, yoksa yeni bir imaj mı oluşturuyorlar? Böyle bir farklılık gözlüyor musunuz?
SK: Elbette. Bunu kendimde dahi gözlüyorum. Yani biriyle gerçek hayatta tanıştığım zaman "Aa biz seni böyle bilmiyorduk. " falan tarzı tepki alabiliyorum. Bu çok da normal bir şey ve bence bugüne kadarda tecrübe etmediğimiz bir şeyi tecrübe etmemizi sağlıyor.
Olmadığımız biri olma imkanı sağlıyor bize. Sanalda bunu istediğiniz gibi yapabiliyorsunuz, sınırsız bir özgürlüğünüz var. Şu açıdan güzel: Sizi toplumda gerçek hayatınızda konumlandıran etkenlerden sıyrılabiliyorsunuz.
Yani diyelim ki etnik kimliğiniz yüzünden hor görülen bir insansınız yada dış görünüşünden dolayı hor görülen bir insansınız. Siz sanal ortamda son derece yakışıklı, karizmatik, bambaşka bir insan rolüne bürünebiliyorsunuz. Bunun hizmet ettiği en büyük amaç da fikirlerinizi görünüş yada konum filtresinden geçiren insanlara ulaştırabilmek oluyor.
BBC Türkçe: Aldığınız reklamlar Ekşi Sözlük üzerinde zaman içinde bir baskı oluşturabilir mi? Firmalar hakkında olumsuz eleştiriler de çıkabiliyor sitenizde. Editöryal bağımsızlığınızı nereye kadar koruyabilirsiniz?
SK: Bu risk hep var. Yani siz elinizi reklama verdiğinizde kolunuzu da verme riskini taşıyorsunuz. Sanırım burada biraz şu var: Ben şu anki durumumda daha az kazanmak adına bu özgürlüğü sağlayabiliyorum. Yani şuanda Sözlük potansiyelinin çok azını kullanıyor reklam potansiyelini.
Yani tek bir banner alanı gülünç denebilecek bir format. Şu anda bir gazete sitesine girerseniz çok popüler olanlardan her yerden reklam fırladığını görürsünüz. Yani böyle bir imkanımız varken bunu mümkün olduğunca minimum değerlerde tutmaya çalışıyoruz ve seçici de olmaya çalışıyoruz.
Bizi zor duruma sokacak, "eğer o reklamı almazsak batarız"a dönüştürecek büyük anlaşmalardan da kaçınıyoruz.

9 Mart 2010 Salı

Katkı sevgili Onur' dan

Dunning-Kruger Sendromu

Televizyon izlerken birilerine bakıp da "Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş" diye düşündünüz mü hiç?
Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı; onlara bakıp "Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?" diye iç geçirdiniz mi?
Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı: "Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır." Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:

* Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
* Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
* Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
* Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Bitmedi... Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik "Nasıl geçti?" sorusuna öğrencilerden
yanıtlar istendi...
Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin kendilerine güvenleri müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı.
Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise en alçakgönüllü deneklerdi; soruların yüzde 70'ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

Eksiler artıya dönüşüverir
Ben hala bu araştırmanın Türkiye'de yapılmamış olmasına şaşıyorum ama... Neyse...
Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı:
"İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan ‘yetersiz' kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!
Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme' karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.
‘Eksiler' kariyer açısından ‘artıya dönüşür'. Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler' her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler!
N'olur fazla mütevazi olmayın!

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği' ile suçlanırlar..."

"Siz de çevrenize şöyle bir bakın" diyeceğim ama eminim bu satırları okurken bile aklınızdan bir dolu yüz, bir dolu isim geçti...
Bence Dunning ile Kruger'in, bu çalışmalarıyla 2000'de, Nobel yerine Harvard Üniversitesi'nin Ig Nobel'ini alma nedeni "cahil olmamalarıydı".

Gönlümün nobelini bu ikiliye vererek yazımı Bertrand Russel'in bir sözüyle bitiriyorum:
"Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır".

http://en.wikipedia.org/wiki/Dunning%E2%80%93Kruger_effect

Teşekkürler Onur.

22 Şubat 2010 Pazartesi

20 Şubat 2010 Cumartesi

Taraftar Tepkileri (Milliyet)

Güiza'ya taraftardan tepki yağıyor

Fenerbahçe tarihinin en çok sabredilen santrforu Güiza, Lille maçıyla bardağı taşırdı. Taraftarlar, İspanyol'un 'piyasa kaygısı' yüzünden Avrupa'da 11'e alınması nedeniyle yönetim ve Christoph Daum'u topa tutuyor.
Transfer edilirken kulübüne 15.5 milyon Euro bonservis bedeli ödendi... Kendisiyle de yıllık 3.5 milyon Euro'dan 4 yıllık sözleşme imzalandı. Dünkü kur itibariyle hesaplarsak, Fenerbahçe'yle sözleşmesinin bittiği 31 Mayıs 2012 tarihinde, Güiza'nın sarı-lacivertli kulübe maliyeti 60 milyon TL'ye varmış olacak.
İşte Lille maçı sonrası internetteki taraftar forumlarından bazı Güiza yorumları:* Tarihimizin en büyük kazığı kim? derseniz, 'Güiza' derim.
* Ben bu Güiza'yı değil Fenerbahçe'de, kendi düğünümde bile oynatmam.
* Allah'a havale ediyorum onu. Ben Alex'in yerinde olsam sahada kovalardım Güiza'yı...
* Trakya'da bir tekstil firmasında personel müdürü olarak çalışıyorum. Yemin ederim Güiza iş müracaatı yapsın, meydancı olarak almam.
* Allah düşmanımın başına böyle oyuncu vermesin.
* Sizce Alex Güiza'ya ne dedi? "Böyle futbol oynayıp bu kadar parayı götürüyorsun ya, büyük adamsın okçu kardeş" demiştir bence!

* Gol makinesi diye aldık, traş makinesi çıktı...

17 Şubat 2010 Çarşamba

Yetkili, etkili, hukuklu, guguklu !

İşte bize yepyeni bir kriz kapısı. Neyseki hükümet bu tip tartışmalardan para piyasalarının etkilenmemesini veya böyle düşünülmesini sağlıyor.

İddialar neydi. Bir cemaati soruşturan savcıya siyasi baskı yapılmaya çalışılmıştı. Savcı bir bügünkü hükümetin bir bakanı tarafından da aranmış, savcı baskılardan yılmamış, hakkında soruşturma açılmış, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanmıştı.

Öyle bir yaygara kopartılıyor ki, yetkiliydi yetkisizdi. Yapmayın, ayağınız yere bassın. Konunun başını kaçırıp, kıçını yakalamaya çalışıyoruz. Lafın başında her kesimden insanın dürüst politikacı olduğunu düşündüğü isim var: Cemil Çiçek. İktidarın, harbi, dobra Bakanı. Delikanlı adam imajı çizer. Sorun bakalım Savcıyı cemaatle uğraşmaması için aramış mı aramamış mı? Haysiyetli adamdır. Yalan söylemez.

Sonra karar verelim hukuka siyaset karışıyor mu, karışmıyor mu?
Yetkili mi iyidir, etkili mi ?

10 Şubat 2010 Çarşamba

Kazanırken kaybedebilmek.

Çok özet deyişle
Galatasaray Antalya ile kupa maçı rövanşı oynadı. 3 - 2 kazandı
Ama kaybetti.

Muhtemelen teknik ekip Necati Ateş'i hangi zihniyetin sattığını düşünüyordur. Satıldığı zaman oynamayan, Antalya'da da takımın ATEŞ leyicisi olan Necati Ateş eski takımının sonunu hazırladı.

Ama taraftar da yönetim de sorgulayacak. Bu kadar transfer yaptık, bu kadar eksik Antalyayı eleyemedik, 2 kişi sakatlandı takım topalladı. Teknik ekip mi sakat, tıbbi ekip mi sorusu Galatasaray gündeminde tartışılmaya başlanacak. Kiraladğı, sattığı oyuncular ligde üst düzey performans sergilerken yönetimi, yöneticileri zor günler bekliyor. Muhaliflere gün doğacak. Yönetim de topu hakemlere, federasyona atacak. Nede olsa BÜYÜK TAKIM YENİLMEZ, HAKKI YENİR diye bi ayet var büyük takım yöneticilerinin elinde. Büyük takım kötü oynamaz, hocası kötü çalıştırmaz, yanlış taktik vermez.

Paylaşım Siteleri

21. Yüzyıl İnternet çılgınlığı oldu paylaşım siteleri Facebook'la başladı, ve bugün Google (bilişimsel halk arası deyimle; Hazreti Gooooooogle) kendi paylaşım ürününü ortaya koydu bugün Buzz....!

Facebook tan daha hafif (şimdilik), Tweeter dan daha hızlı bir paylaşım ağı. Background da deli bir yazılımcı ordusu. Savaş kızışıyor ama bu biraz kopya satıcılığa benziyor. Hani adamın biri bi kaldırıma karpuz tezgahı açar, orası da iş yapar ya, arkasından o kaldırım karpuz tezgahından yürünmez olur. Aynen öyle işte :)

Her ne kadar Facebook kendisininse de kendi yaptığı gibi olmuyor. Hadi hayırlı olsun vatana, millete, cemaat ül internete :)

30 Ekim 2008 Perşembe

Yazı Yılmaz Özdil' den, Katkı Sevgili Kerem Soylu' dan

(Kerem, Gecikme için özürlerimi kabul et lütfen)

Salonda rezalet!Ergenekon davasındaki "salon rezaleti"ni gördünüz... Eminim, bugün bütün köşe yazarları enine boyuna bu konuya değinecektir. Gelin ben size, bir başka "salon rezaleti"ni anlatayım.*Türkiye’nin gözü kulağı İstanbul’daki "salon"dayken, Ankara’da bir başka "salon"da, Türk Dil Kurultayı vardı...Başbakan kürsüye çıktı, Türkçe’nin "ana sütü"ne benzediğini belirterek, "katışıksız ana sütüyle, şiirler söylediğimizi, fermanlar yazdığımızı, devletler kurduğumuzu" anlattı.Ve sözü, beş gün önce kaybettiğimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya getirdi..."Türkçemizin abideleşmiş şairi, sadece şiir solumuş, Türkçe’nin zengin imkánlarıyla bu topraklarda nehir gibi akıp gitmiştir" dedi.Sonra da, "Türk Dil Kurultayı’nın manasına uygun olarak, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Sanat isimli şiirini okumak istiyorum" diyerek, okudu:"Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek... Bizim diyarımızda da bin bir baharı saklar... Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek... İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar."*Salon yıkıldı adeta...Aralarında Cumhurbaşkanı ve Türk Dil Kurumu Başkanı’nın da bulunduğu davetliler dakikalarca ayakta alkışladı.Gözler yaşardı...*Tek pürüz vardı.İkisi de üç isimli ama...O şiir, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın değil.Faruk Nafiz Çamlıbel’in!




O zaman hatırlamak lazım ya da hatırlatmak ...
Şiir sevmeyen insan da sevmez ...
Büyük ustanın bir şiiri de bizden olsun hatırlamak isteyenlere
ÖLÜ
Hangi mahallede imam yok,Ben orada ölecegim.Kimse görmesin ne kadar güzel,Ayaklarim, saçlarim ve her seyim.Ölüler namina, azade ve temiz,Meçhul denizlerde balik;Müslüman degil miyim, hasa,Fakat istemiyorum, kalabalik.Beyaz kefenler giydirmesinler,Sizlamasin karanligim havada.Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayim,Ki bütün azalarim hülyada.Hiçbir dua yerine getiremez,Benim kainatlardan uzakligimi.Yikamasinlar vücudumu, yikamasinlar,Çilginca seviyorum sicakligimi..

13 Ekim 2008 Pazartesi

Vergi Adaletine nasıl bakıyoruz ?

http://www.ntvmsnbc.com/news/462164.asp

Haber NTV'den. vergiden ne anlıyoruz, en ince detayına kadar devletin bir öz eleştirisi niteliğinde.
Devletin bundan çıkartması gereken dersler var. Olay vatandaşın ahlak problemi gibi görünsede fiilen halkın isyanı durumunda. Adam 100 YTL. ye mal edip, 120 YTL. ye satsa devlet adamdan fazla kazanıyor. Hem de hiç bir şey yapmadan, sadece devlet olarak ! Ben maaşlı çalışan birisi olarak ekonomistlerin kümesteki kaz olarak nitelendirdiği guruptayım. Vergi vermek (adaletli olmasa da tam vermek) gurur verici ama kaz yerine konuyor olmak pek hoş değil. Hatta baymaya başladı artık. Bundan dolayı açıklanan ankete istinaden diyorum ki; imkanım olsa 1 kuruş vergi vermezdim.
Kemal abi, sakın bana güvenip kümesteki kazların vergilerini kendilerinin getirmelerini sağlayacak bir düzenleme yapma. Öldürsen gelmem.
Veya gelirim. Ama önce düğünlerde dolarları ucuz peçete gibi savuranlardan, muayenehanesi dolup taşan kadın doğum uzmanlarından, kuyumculardan, plakası 500.000.- YTL eden ticari taksiden, halk otobüsünden vergi aldığın zaman koşa koşa getiricem. N A M U S S Ö Z Ü !